1944 Yılında Yaşanan Sürgünler ve Sonuçları -

Doç. Dr. Hakan Kırımlı–Bilkent Üni.; Prof. Dr. Gülfettin Çelik- Kırklareli Üni.; Erol Karayel–Yazar, 22 Mayıs 2010.

1944 Yılında Yaşanan Sürgünler ve Sonuçları

1944 Yılında Yaşanan Sürgünler ve Sonuçları, (Doç. Dr. Hakan Kırımlı –Bilken Üniversitesi; Prof. Dr. Gülfettin Çelik – Kırklareli Üniversitesi; Erol Karayel – Yazar), 22 Mayıs 2010.

Dr. Fahri SOLAK: Bugün Türkistan, Kafkasya, Balkanlar ve Kırım’ın tarihinde derin izler bırakan bir konuyu konuklarımızla birlikte ele alacağız. Bildiğiniz gibi 1944 Sürgünü’nün 66 yıl dönümü anılıyor değişik etkinliklerle. Bugün stüdyoda 19. yüzyılda ve 20. yüzyılda Türk halklarına yönelik “göç ve sürgün” olayını değişik boyutlarıyla ele alacağız.

Konuklarımız Prof. Dr. Gülfettin ÇELİK, Kırklareli Üniversitesi Rektör yardımcısı. Doç. Dr. Hakan KIRIMLI, Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi. Hoş geldiniz. Ve Erol KARAYEL. Erol Bey gazeteci aynı zamanda Kafkasya Yayınevi Yayın Yönetmeni. Erol Bey siz de hoş geldiniz.

Gülfettin Hocam genel bir hususla girelim istiyorum. Nüfus hareketleri ya da demografik hareketler, kitlesel nüfus hareketleri devletler için neden önemlidir? Tarih boyunca ne tür bir süreç yaşanmıştır?

Prof. Dr. Gülfettin ÇELİK: İster klasik dünya isterse modern dünya olsun, nüfus devletler için her zaman egemenlik göstergesi olarak algılanmıştır. Devletleri devlet yapan temel kabullerden birisi olarak nüfus üzerindeki egemenlik hakkı, devletler açısından önemli addedilmiştir. Tabi önemli bir farklılık 20. yy dünyasında klasik dünyadan birçok yönüyle ayırt edici unsurlarıyla modern dönemin de bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır denilebilir. Klasik dünyadaki nüfusun anlamı şu: Devletin nüfus üzerinde sınırsız kendi ihtiyaçlarınca tanımlanan bir egemenlik hakkıdır. Örneğin Roma İmparatorluğu döneminde Roma, Tuna ve Ren Nehri ötesindeki coğrafyalarda giriştiği istila hareketlerinde hiçbir sınır tanımaksızın yüz binleri hatta milyonlara varan bir nüfusu Roma sistemine katmış, dilediği gibi kullanabilmiştir. Bu noktada bir teamül vardır. Bütün devletler kendilerine savaş açan devletlerin nüfus unsurunu diledikleri gibi kullanabilmişlerdir. Bu bir gelenek halindedir. Benzer bir şekilde Osmanlı devleti de kurulduğunda bu geleneğe sahip olmuş ve bunu bir miras olarak da devralmıştır. Örneğin Fatih Sultan Mehmet Mora’yı aldığında önemli miktardaki nüfusu almış ve İstanbul’a göç ettirmiştir. İstanbul’un çevresinde var olan köylerin önemli bir kısmı bu köylerle ortaya çıkmıştır. Tabii Osmanlı ile belki Roma’yı ayırt etmek lazım! Roma getirmiş olduğu nüfusu tamamen köle olarak kullanmıştır. Osmanlı bunu sisteme uygularken başka boyutlar da katmıştır. Zaman içinde sistemin asli unsuru olarak devreye almıştır.

20.yy’a gelen süreçte özellikle 19.yy’da açığa çıkan bir başka gelişme vardır. O da Avrupa’da 13.yy’da artık açığa çıkmış olan milli devletlerin, millet esaslı yani etnisiteye dayalı, onunla özleştirilen bir kültüre dayalı milletlerin üzerine bina olması sürecidir. 19.yy’da artık Avrupa bu millet esaslı, devlet esaslı anlayışını hem kendi içinde uygulamaya sokmuş hem de çevre mekanizmaları sistemleri de ihraç etmeye başlamıştır. Bu yönüyle 19.yy devlet-nüfus ilişkisi etnik temele dayalı millet boyutlu bir gelişme kazanmıştır. İkinci önemli gelişme 20.yy belki başlarında ortaya çıktı denilebilir. O da devletin nüfus üzerindeki egemenlik hakkında bazı sınırlamalar doğmaya başlamıştır. Köleleştirme, sisteme zorla katmanın bir takım sınırlamaları vardır artık. Uluslararası sözleşmeler, yaklaşımlar diyelim bir gelenek, bir teamül ortaya çıkarmaya başlamıştır. Ve bu itibarla 19.yy öncesi ve sonrasını belki iki ayrı döneme ayırmak gerekiyor diye düşünüyorum.

F. S.: 19. ve 20.yy Osmanlı coğrafyasında içe ve dışa göç olgusu ve bunun sosyo-ekonomik sonuçlarıyla ilgili neler söylenebilir?

G. Ç.: Şimdi biraz önce ifade ettiğimiz gibi 19.yy’dan itibaren nüfusun anlamı değişmeye başlamıştır. Bu, öncelikle devletlerarası ilişkide ortaya çıktı denilebilir. 19.yy’da artık bütün devletler nüfusu başka devletlerle ilişkide bir araç olarak rahatlıkla artık kullanmaya başlamışlardır. Dönem, nüfusun siyasi varlığın çok açık bir tanımlama aracı olarak kullanıldığı bir dönemdir. Tabii çok milletli olan bir sistem olan Osmanlı millet esasıyla oluşmuş devletlere karşı kendisini tanımlarken ya da savunurken bu unsuru kendi lehine klasik çağlarda kullanma imkânını bu dönemde kaybetmiştir.

F. S.: Bu tür etkilerle ne tür göç hareketleri yaşanmıştır Balkanlar’dan, Rumeli’den?

G. Ç.: Şöyle: Osmanlı’yla bu devletlerarasındaki ilişkiler zamanla siyasal ya da ekonomikten öte askeri bir yön kazanmıştır. Savaşlar ortaya çıkmıştır. Savaşların en açık sonucu bu millet esasına dayanarak oluşturulmuş yapıların çözdürülmesi ve yok edilmesidir. Örneğin Balkan coğrafyasında var olan yerleşik hayatın yeniden oluşturulması gayretidir bu dönemde ortaya çıkan. İki devlet arasındaki ya da devletlerarasındaki ilişki bu yönde ortaya çıkmıştır. İşte 93 Harbi, 84–86 Kırım Savaşı bu nüfus hareketlerinin uygulamalarına birer zemin olarak düşünülebilir.

F. S.: Değindiğiniz 93 Harbi daha sonra Balkan Harbi, büyük göçlere… ve nüfusların yer değiştirmesini de beraberinde getiriyor. Yani Osmanlı Türkiye’sine göçler olduğu gibi, Osmanlı Türkiye’sinden dışarı göçler de yaşanıyor. Bu demografik, sosyal, ekonomik yapıyı nasıl etkilemiştir?

G. Ç.: Bu etki aslında üç ana alana ayrılabilir; siyasi, sosyal ve ekonomik olarak. Siyasal anlamda devletler kendini yeniden tanımlama imkânı elde etmişlerdir. Örneğin çok milletlikten tek milletliğe ya da az milletliğe doğru bir tanımlamadır bu. Sosyal anlamdaysa sizin vurguladığınız gibi belki doğrudan doğruya nüfus hareketleri o nüfusun terkibini şekillendirmiştir. 19.yy ortalarına kadar denilebilir ki Osmanlı’nın bazı coğrafyalarında nüfus gayri Müslimlerin ağırlıklı olduğu bir yapıdadır. Ve en azından İstanbul, İzmit gibi coğrafyalarda % 60’a % 40 gibidir. Yani % 40 oranında gayri Müslim nüfus vardır. Ege bölgesinde hakeza öyledir. Rumeli’de çok sayıda gayri Müslim nüfus vardır.

Bu savaşlar sonrasında nüfus terkibi farklılaşmıştır. 20.yy’ın başına gelindiğinde I. Dünya Savaşı öncesinde artık Anadolu ve Rumeli o gün ki sınırları itibarıyla oldukça Türk’tür. Ya da Müslüman’dır, Osmanlı’nın genel tanımlamasıyla.

F. S.: Tabi göç diyince tarihte kalmış bir olgudan söz etmiyoruz. Çok yakın zamanda da Balkanlar’dan Rumeli’den Türkiye’ye büyük göçler olduğunu biliyoruz. Yani 80’li yıllarda da böyle bir göç yaşandı. Bunla birlikte bu büyük kitlesel nüfus hareketlerinin günümüze kadar uzanan etkileri konusunda neler söylenebilir?

G. Ç.: Elbette sosyal dönüşüm ya da değişim süreklilik arz etmiştir. Toplumsal olaylar küçük hareketlerle hemen neticelenmezler. Yüz yıllara yayılan etkileri vardır. Bu aynı zamanda ekonomik alan için de geçerlidir siyasi alan için de geçerlidir. En basitinden Türkiye’de ya da Osmanlı Anadolu’sunda diyelim ya da Rumeli’sinde ekonomik aktivitelerde farklılaşmalar ortaya çıkmıştır. Göç eden insanlar mesleki faaliyetlerini göç ettikleri bölgelere taşımışlardır. Tekniklerde farklılıklar ortaya çıkmıştır. Kullanılan araç ve gereçlerde farklılıklar ortaya çıkmıştır. Sosyal ilişkilerde o bölgesel farklılıkların tek merkezde toplanması yeni bir kültür ortaya çıkarmıştır. Yerli ve muhacir ilişkilerinde bu açıkça görülebilir.

Aslında sevindirici olan bir yön vardır. Belki de tarihte ilk olarak Osmanlı’da 19.yy’da ki bu hareketlerde yaşanmıştır ya da neticelenmiştir denilebilir. O da nedir? Osmanlı’nın ne kadar kuşatıcı, evrensel, büyük bir medeniyete sahip olduğunun göstergesidir bu. İster ekonomik, ister siyasal, ister sosyal yönüyle olsun(!), bu nüfus hareketleri parçalanma, bölünme, kaos yönünde bir netice ortaya çıkarmamıştır. Tam tersine yeni bir ortak medeniyet algısını doğduğu bir zemin olmuştur Anadolu bu dönemde. Yani 20.yy’a gelindiğinde Osmanlı artık dünyaya yepyeni bir veçheyle yepyeni bir güçle bakabilmektedir. Bu kadar yoğun bir kitleyi farklı alt kültürleri tek bir potada bir araya getirmek Osmanlı’ya nasip olmuştur. Biz de bunun mirasçısı olarak devralmışızdır diyebilirim.

F. S.: Şimdi Hakan hocama dönmek istiyorum. Şunu biliyoruz ki göç ve sürgün trajedisini yaşayan toplumlardan birisin Kırım Türk toplumu. Ve bu göçlerin tarihi 19.yy’a kadar gidiyor. ‘1944 Sürgünü’nün belki bugün 66. Yıl dönümünü anıyoruz ama 19.yy’da Kırım’da yaşanan göç hareketleriyle ilgili bir bilgi alabilir miyiz?

Hakan KIRIMLI: Şimdi aslında bu bahsettiğimiz göç hareketlerinden bahsederken şunu söyleyelim: Türkiye’nin 200–250 senelik tarihi -Osmanlı tarihiyle birlikte- şöyle denilebilinir ki bir “göçler tarihi”. Bahsettiğimiz göçler ufak tefek göçler değil. Son derece büyük dalgalar muazzam kitleleri içine alacak şekilde hem gelinen ülkelerin hem de Türkiye’nin demografisini kökünden değiştiren son derece radikal şekilde değiştiren hareketler.

Yani herhangi basit bir ilaveden nüfus artmasından ya da eksilmesinden söz etmiyoruz. Yani bu göçlerden sonra sözünü ettiğimiz ülkeler ve Türkiye hiçbir zaman bir daha evvelki gibi olmadılar. Bu göçlerin başlamasında kilit olay 1983 tarihinde Kırım Hanlığı’nın Rusya tarafından istila edilmesi. Kapının açılması, kapının kırılması diyelim, bu hadiseden sonra gerçekleşti. Kırım Hanlığı’nın ortadan kaldırılmasıyla birlikte elbette oranın yerli halkı olan Kırım Tatarları’nın Osmanlı Türkiye’sine göçe icbar edilmeye mecbur bırakılmaları/kalmaları olgusu ortaya çıktı. Ama bu sadece Kırım’a ait bir hadise değildi. Kapı orada kırıldığı zaman Rusya’nın Kafkasya üzerinde ilerleyişi de mümkün oldu. Çünkü Kafkasya’nın kapısı da Kırım Hanlığı’ydı. Zaten Kafkas Savaşları dediğimiz hadise hemen Kırım Hanlığı’nın düşmesiyle birlikte başlar. 1780’lerde başlar. Kafkasya göçleri de tamamen buna bağlıdır, başlangıç itibarıyla. Yine Rusya’nın ilerleyişinin ondan sonra da Rumeli’de Balkanlar’da devam etmesiyle de zaten Balkan göçleri başlayacaktır. Yani bütün bu hadise ve kilit olay Kırım Hanlığı’nın çöküşüdür.

Burada Gülfettin hocam Türkiye üzerindeki etkilerden bahsetti. Katılıyorum. Ama bir de gelinen yerlerdeki etkiler var. Şunları hemen belirtmek lazım ki saydığımız göç hadiselerinin hemen hemen hepsi ister 1700’lerin sonunda gerçekleşsin ister 1800’lü yıllarda özellikle 1860’ta, 1878 sonrasında cereyan etsin ya da Balkan Harbi gibi hadiselerde… aslında o kadar çok ki burada tek tek saymaya kalksak çok uzun vakit alacak, o kadar çok. Bütün bunların hepsini hatırlatmaya mecburuz burada. Mesela insanların Türkiye’den Almanya’ya çalışmaya gitmesi gibi hadiseler değil. Tarif edilemeyecek kadar travmatik, son derece trajik, dramatik olaylardır. Bir kere bizzat göç sürecinin hem kendisi hem de göç eden insanlar; ister Kırım’dan gelsin İster Kafkasya’dan ister Rumeli’den çoğunlukla feci şartlar altında geldiler. Bir kere bunların hepsi icbar oldular. İcbar edildiler göç etmeye.

F. S.: Hocam açmanız için soracağım, 19.yy için ‘göç’, 20. yüzyıldaki için ‘sürgün’ deniliyor. Hâlbuki 19. yüzyıldaki de bir ölçüde sürgün karakteri taşıyor değil mi?

H. K.: Tabii, aslında ne Kırım’da ne Kafkasya’da ne Rumeli’de ne başka yerlerde bunu söylemek lazım! –sadece bu yerlerden ibaret değildir- ama Kırım, Kafkasya ve Rumeli dev göç dalgalarıdır. Bunu biz Ege adaları, Türkistan, hatta güneyden başka yerler, hatta Kazan Edil-Ural bölgesi gibi de çoğaltabiliriz. Ama asıl üç ana bölge budur. Bunlardan tabii ki hiç kimse basit ekonomik sebeplerden dolayı göç etmedi. %100 hepsi siyasi kökeni olan problemlerden dolayı göç etmek zorunda kaldılar. Bu asla istekle gelinen bir şey değildi. Bu sürecin kendisi felaketli oldu. Göç süreci sırasında yüz binlerle ifade edilen insanlar öldü. Zaten ona sebep olan olaylardan da pek çok can kayıpları olmuştu. Yani savaş ve baskı gibi şeylerde. Yerleşilen yerlerde çok zor oldu bu süreç. Kimse düşünmesin insanlar geldi yerleşti. Hemen saati kurmuş gibi yeni hayata başladı. Yok, böyle bir şey! Özellikle 19. asırdaki göçlerde, yerleşilen yerlerde göçten hemen sonraki dönemde sıtma, ekonomik sebepler ve diğer ekonomik hadiselerle çok büyük can kayıpları oldu.

Tüm bunlar doğru. Fakat işin bir yönü de var. Kesinlikle aklımızdan çıkmaması gereken noktası: Bu göç edilen yerlerdeki bu insanlar oraların yerli halklarıydı. Kırım’ın, Kafkasya’nın ve artık Rumeli Türkleri içinde oranın yerli halkı diyoruz. Çünkü Rumeli Türkleri oraya 19. asırda gelmiş insanlar değil, orada en az 500 senelik geçmişleri olan toplumlar. Tabi Rumeli’de bir de yerli halklar da var; Boşnaklar, Arnavutlar vs. gibi… Bu onların göçleri onların asıl vatanlarındaki demografik durumlarını perişan etti. Ve öyle bir anomali ortaya çıktı ki mesela bugün ki durumda Kuzey Kafkasya’da yani gerçek Kafkasya’da yaşayan yerli halkı bir kabul edersek onların bugün Türkiye’de yaşayan kollarının sayısı bazen 10 bazen 20 olabiliyor. Hatta bazıları bütünüyle yok oldu Kafkasya’da, hiç kalmadı.

Kırım’da deseniz aynı durum söz konusu. Bugün Türkiye’deki Kırım-Tatar diasporası, Kırım’da kalanların 15–20 katı belki daha fazla sayıda… Bugün Rumeli’de de benzer bir durum söz konusu. İşte buralardaki son derce köklü kültürler son derece köklü halklar yok olma terekesine geldiler.

İşte bu noktada sizin bahsettiğiniz bir şey kelimenin altını çizmek istiyorum. Birincisi bu bahsettiğimiz hadiseler geçmişte kalmış acı trajik birtakım facialar değil. Bugün İnkalardan bahseder gibi İnkaları işte İspanyol isticaları kestiler çok kötü oldu ama bu 500 sene evvelde kaldı -geride kaldı- diyebileceğimiz hadiseler değil. % 100 bugün de yaşanmakta olan neticeleri var. Ve bu neticeler buradaki o toplumlar için devam ediyor. Bir şey daha söyleyeyim: Mesela sürgün ve göç dediniz. Göç hadisesini tamamen zaten mecburiyetten kaynaklanan bir hadise. Fakat bir de Kırım’da ve Kafkasya’nın bazı yerlerinde 1943-44’te olan bir hadise var ki o top yekûn sürgün. Bir kişiyi bile bırakmamacasına… Açıkçası söz konusu olan kurban olan halklara mesela Kırım-Tatarları’na, Kafkasya’da Karaçay-Balkarları, Çeçen-İnguşları, Ahıska Türkleri’ne Kalmutları… tamamen yok etmeye yönelik yeryüzünde orada asıl topraklarında bir kişinin bile kalmaması hedeflenerek yapılan hareketler ki bunun tarifi 1948 Soykırım Konvansiyonu’na göre tek kelimeyle soykırım. Yani 1948’den önce bu yoktu diye bu olayları başka türlü yorumlamak mümkün değil. 

F. S.: ‘1944 Olayı’nı biraz açabilir miyiz? Yaşanan ne idi 18 Mayıs 1944’te? Ne kadar kişi hangi şartlarda, hangi bölgelere gönderildi? Bununla ilgili biraz bilgi versek…

H. K.: 18 Mayıs 1944 Kırım-Tatar Sürgünü aslında bahsettiğim gibi tek bir hadise değil. Yani Kafkasya’da da Volga bölgesinde de Stalin rejiminin uyguladığı bir hadiseydi. Bunun en korkunçlarından birisidir.

Burada mecburi göçlerle 1944’e kadar yok edilemeyen Kırım-Tatar halkının Kırım’daki -1983’ten 1944’e geçen süre içerisinde- milyonu aşkın insan Türkiye’ye göçe icbar edildikten sonra geri kalanının da kelimenin gerçek manasıyla son kişisine kadar oradan temizlenmesi harekâtıdır. Çoğunluğunun falan demiyorum, son kişisine kadar, kim olursa olsun… Mevcut Sovyet yönetimine en bağlı insan, onun bir numaralı adamı olan insanların dahil oradan çıkartılması ve yok edilmesi harekatıdır. O kadar ki ana dili Türk dili olan Kırım, Rum ve Ermenileri de 10–15 bin kişi kadar Kırım-Tatarları’ndan hemen bir ay sonra Kırım’dan sürüldüler. Ve bütün bu sürülen Kırım Tatarları’nı ve diğerlerinin sürüldükleri yerlerde yok olması hedefleniyordu. Fiziken yok olacaklardı. Zaten o şartlarda akıl almaz berbat şartlarda insanların fiziken ayakta kalabilmesi yaşayabilmesi çok zordu. Eh ona rağmen bir şekilde sağ kalanların da eriyip gidecekleri düşünülüyordu. Mesela Kırım Tatarları’nın çoğunun Özbekistan’a yani Türkistan’a sürüldükleri için orada soy olarak din olarak yakın olan Özbeklerle ve diğerlerinin arasında eriyip kaybolup gidecekleri umut ediliyordu. Stalin rejiminin istediği, dilediği buydu.

F. S.: Ama bu gerçekleşmedi. 1991 yılı sonrası vatana dönüş süreci başladı. Onunla ilgili de bir iki cümle söyler misiniz?

H. K.: Başladı ama Kırım Tatarları’nın sürgünden, özellikle Türkistan bölgesinden vatana dönüş hareketi kesinlikle sürgünden hemen sonra başladı. 1950’lerden itibaren başladı. Ve 1989’dan sonra çok büyük ivme kazandı ama kesinlikle söyleyelim 89’da Sovyetler çözüldü Kırım Tatarları’na dönüş izni verilmedi. Böyle bir şey olmadı. Tam tersine bu insanlar 89’a kadar Sovyet rejimine karşı tek başına mücadele ettiler Kırım’a dönmek için. Ve ne 89’da ne de sonrasında Kırım’a dönmek için herhangi bir imkân ya da izin verilmeksizin kendi güçleriyle girdiler. Yoksa otomatik olan hiçbir şey yok. Zaten şu anda Kırım’a dönen Kırım Tatarları’nın eski Sovyet arazisindeki sayısı 300–350 bin civarında. En az 100–150 bin Kırım Tatar’ı hâlâ eski sürgün yerlerinde. Maddi imkânsızlıktan şu anda Kırım’a dönememiş durumdalar.

F. S.: Tabi göç ve sürgün diyince ana coğrafyalardan birisi de Kafkasya. Kafkasya’da bu kitlesel göçler ne zaman başladı, 19.yy’da nasıl bir süreç izledi? Bunu da sizden alalım Erol Bey.

Erol KARAYEL: Hakan hocamın söylediği gibi 1783 Kafkasya içinde kritik bir tarihtir. Potemkin’in Kırım’ı işgal etmesinden sonra Rus kuvvetleri doğrudan Kafkasya’ya yöneldiler. Kafkasya’da o zaman Kırım üzerindeki hâkimiyetini Osmanlı’da yitirmişti. Karadeniz kıyılarında tutunmaya çalışıyordu. İşte Anapa Kalesi, Soğucak Kalesi gibi kaleler kurmuş. Buradan Kafkasya ile irtibat tesis etmişti. Onun öncesinde Kırım üzerinden irtibat kuruyordu Osmanlı daha ziyade. Fakat 1829’da Osmanlı-Rus Savaşı’nda Osmanlı mağlup oldu, Rusya kazandıktan sonra Osmanlı Kafkasya’dan çekildi Karadeniz kıyılarından. Oranın yerli halkları Ruslarla baş başa kaldı o tarih itibarıyla. Ve ondan sonra en kanlı en vahşi katliamların yapıldığı bir dönem yaşandı. O Potemkin’in Kırım’ı işgal ettiği dönemlerde İmam Mansur Kafkasya’da ortaya çıkmıştı. Çevresinde ciddi bir kuvvet toplamıştı. Ruslara hakikaten öldürücü bir darbe indirebilecekleri sırada Battal Paşa’nın hesapta olmayan bir kararıyla, akim kalmıştı o karar. Ondan sonra Osmanlı’nın Kafkasya’dan çekilmesinden sonra ise “İmamlar dönemi” içinde oldu bu zaten. ‘Müridizm hareketi’ Kafkasya’da hâkim olmuştu. Ve bir dini söylemle insanları etrafında topluyordu. Ciddi bir direniş başladı. Bu direnişin son halkası İmam Şamil’di. 1859’da Şamil teslim olmak zorunda kalınca Doğu Kafkasya Rusların kontrolüne girdi. Dağıstan ve Çeçenistan merkezli bir direnişti bu. Batı Kafkasya’da da aynı şekilde savaş sürüyordu. Ve bu tarihler itibarıyla Rusların kontrolü ele almaya başlamasından itibaren oradaki yerli halka karşı Rus orduları hücumda bulunduğu için Osmanlı İmparatorluğu’na doğru bir nüfus akışı başladı. O tarihlerde daha (1859). Fakat Batı Kafkasya’da savaş bundan beş sene daha devam etti, 1864’e kadar. Ve Ruslar Doğu Kafkasya’yı kontrolüne alınca o taraftaki yerli halkların daha ziyade süpürerek direnen kısımlarını Karadeniz’in kıyısına topladılar. Rusların bu harekâtı 1864’ün 21 Mayıs’ı simge tarih olarak kabul edilir. Kbade Soçi yakınlarında Kbade vadisindeki son savaştan sonra Ruslar bölgeyi tamamen kontrollerine aldılar. Ve galibiyetlerini ilan ettiler. İşte asıl fecaat bu tarihten sonra başladı. Onun öncesinde Kafkasya’dan Osmanlı topraklarına gelen epey bir nüfus olmuştu. Fakat bunlar sonrasıyla kıyaslanamayacak kadar küçük ve ağustos ayında çar temsilcisinin yayınladığı bir bildiriyle, “Ya dağlardan inip Osmanlı’ya gideceksiniz ya da Kba’nın düzlüklerine ineceksiniz” diye kendilerine iki seçenek sundu ki, bu aslında tek seçenekti. Yani Kba’nın düzlüklerinde yaşama imkânları yoktu. Bir kere esareti kabul etmeyen bir karaktere sahip Kafkas halkları, bir. İkincisi yerleşim olarak müsait olmayan bataklık, sazlık bölgeler. Dolayısıyla bu insanların tamamı Karadeniz kıyısında elverişsiz şartlarda rast gele gemilere yüklenerek, hatta 2 bin kişi yüklenen Skin gemisi orada batarak sadece 200 kişi kurtuldu Karadeniz’e açıldıktan sonra. Ve bu nüfus hareketi plansız ve programsız şekilde Osmanlı’ya sevk edilmeleri sonucu vardıkları yerlerde de Karadeniz kıyısında Trabzon, Sinop, Samsun İstanbul’a kadar olan bölge içersinde gemilerin yanaşmasına müsait bütün alanlara âdeta bir yük getirir gibi, insanlar getirilip kıyılara bırakıldılar. Osmanlı İmparatorluğu’nun da beklediğinin çok üzerindeydi. 1856’da Osmanlı’nın böyle bir anlaşması oldu ama 40 bin kişilik nüfus için; fakir düşmüş, evsiz barksız kalmış bir nüfusu kabul etmek için yapılıyordu. Fakat Ruslar bunu bahane ederek kim varsa Kafkasya’da süngü ucunda deniz sahiline indirerek Osmanlı’ya sevk ettiler. Oradan çıkışları bir dramdı. Osmanlı’ya geldikten sonra ikinci bir dram yaşadı bu insanlar. Osmanlı İmparatorluğu içersinde gerekli hazırlık olmadığı için, Osmanlı’da zaten çöküş dönemi olduğu için gereken, istediği yardımları yapamadı bu göçmenlere. Ve Samsun’dan Hatay’a ordan Filistin’e uzanan hat üzerinde yerleştirildiler.

F. S.: Bu 1943-44 yıllarında yaşanan sürgünün en çok etkilediği bölgelerden biri de Kafkasya’ydı. Hakan hocamda değindi; Çeçenler, İnguşlar, Karaçay, Balkarlar, Ahıska Türkleri gibi Kafkas halkları ‘44 Sürgünü’ne tabi tutuldular. Bu Kafkasya’daki ‘43-44 sürgünü’ ve geri dönüş süreciyle ilgili de bilgi alabilir miyiz?

E. K.: Tabii. Bir cümleyle diğer bölümü toparlayayım.

O dönemde Osmanlı İmparatorluğu topraklarına göçürülen, ki bunun adını aslında göç olarak koymamak lazım. Hocam doğru söyledi, ‘sürgün’dür. Modern literatürdeki karşılığı da ‘soykırım’dır. 2 milyon nüfus yurdundan çıkartıldı. Ve bunların önemli bir kısmı yollarda kırıldı.

1944 yılına gelecek olursak; 1944 yılında da II. Dünya Harbi’nde Almanlarla iş birliği yaptıklarını iddia ederek… Hâlbuki oradaki insanların kendi vatanlarıyla ilgili güzel düşüncelerle yaptıkları hareketleri o zamanki Komünist Sovyet rejimi Almanlarla iş birliği olarak isimlendirdi ve bu insanları 1944 yılında Çeçenistan’da bir gece içersinde köylerinin meydanına toplayıp, trenlere doldurarak –hayvan sevk eder gibi, affedersiniz- Sibirya’ya Kazakistan içlerine gönderdiler. Ve orada ciddi Çeçen, Karaçay, Balkar diasporası oluştu.

F. S.: Bir kısmı dönebildi ülkesine değil mi?

E. K.: Evet. 1957’de Kruşçev zamanında çıkan aftan sonra bu insanlar vatanlarına dönme hakkı elde ettiler. Bir kısmı döndü. Fakat çok ciddi şekilde nüfus zayiatı vermişlerdi. Çok ciddi bir nüfuslarını da oralarda bırakmak zorunda kalmışlardı. Bugün Kazakistan’da hâlen Çeçen diasporası vardır. Karaçay, Balkarlardan yaşayan insanlar var, Ahıskalılardan var. Ahıskalılar bile artı Özbekistan’a sürülmüştü. Orda da bir takım fitnelerle birbirine düşürüldü. Onlarda bir kıyıma uğradı. Onların da ismini anmak lazım bu süreç içerisinde.

Ve son dönemde Çeçenistan’daki özgürlük savaşının öncüleri zaten doğum yerlerine bakarsak hepsinin Kazakistan doğumlu olduklarını göreceğiz. Çünkü anneleri babaları oraya sürülmüş insanlardır. 1959’a kadar olan dönem zarfında doğmuş insanlardır. Ve bu tramvayı da henüz atlatamadılar. Vatanlarına döndüler, Sovyetler yıkıldı. Sonraki yakın tarih ise hepimizin malumu.

F. S.: Sürgünün 66. Yılında hayatını kaybedenleri rahmetle, yaşayanları minnetle anıyoruz.

Bu videoyu indirmek için lütfen tıklayınız…