Orta Asya ve Orta Doğu’da Türkiye Modeli Tartışmaları -

Akif Emre – Dünya Bülteni Genel Yayın Yönetmeni, 12 Mart 2011.

Orta Asya ve Orta Doğu’da Türkiye Modeli Tartışmaları

Orta Asya ve Orta Doğu’da Türkiye Modeli Tartışmaları, (Akif Emre – Dünya Bülteni Genel Yayın Yönetmeni), 12 Mart 2011.

Dr. Fahri SOLAK: Bugünkü programımızda son günlerin öne çıkan tartışmalarından “Türkiye modeli” tartışmasını ya da “Türk modeli” konusunu, gerek Orta Asya ülkeleri gerekse Ortadoğu ülkeleri için çeşitli yönleriyle ele alacağız. Konuyla ilgili kıymetli bir uzman konuğum var, Akif Emre. Dünyabülteni haber bülteni genel yayın yönetmeni.

Açılışta söylediğim gibi son dönemde gererek iç kamuoyunda gerekse dış kamuoyunda “Türkiye Modeli” tartışmalarının tekrar ön plana çıktığını görüyoruz. Benzer tartışmaların 90’lı yıllarda da o zamanki Orta Asya Cumhuriyetleri için yapıldığını hatırlıyoruz.

Öncelikle şuradan başlamak istiyorum, Türkiye’nin kendine özgü modeli var mıdır? “Türk modeli”, “Türkiye modeli” nedir?

Akif EMRE: Aslında bir yönüyle haksızlık etmemek lazım Türkiye’ye, bir yönüyle de biraz abartmamak lazım. Tartışma biraz buradan büyüyor. Türkiye kendi konumu itibariyle birikimi, tecrübesi, bulunduğu konum, Batı’yla olan ilişkileri, bölgeyle olan coğrafi ilişkileriyle özel bir yeri olan, -öneme sahip- hiç kimsenin de yok sayamayacağı ve herhangi bir devlet değil bir kere. Bunu yadsımamak lazım. Diğer taraftan da güçlü olduğundan fazla büyütmek abartıp, sanki bütün dünya Türkiye’ye bakıyormuş, örnek arıyormuş -model arıyormuş- gibi bir şey yok! Ama modelden çok burada kavramsallaştırma düzeyinde örnek tabiri “Türkiye örneği” daha açıklayıcı olabilir. ‘Model’ deyince sanki bütün problemlerini halletmiş, kendine özgü bir formülasyonunu geliştirmiş; siyasal, toplumsal bir oturmuşluğu tarif edilmiş, tanımlanmış bir çerçeveye oturtmuş bir model söz konusu. Hâlbuki Türkiye kendi içinde kendi yaşadığı demokratikleşme sürecini tartışıyor. Dönüşümün bizzat içinde hâlâ. İç hesaplaşmalarda tırnak içinde olan bir ülke. Burdan bakınca bir modelden çok örneklikten söz edilebilir. Daha açıklayıcı olabilir diye düşünüyorum.

F.S.: Bir de Türkiye’nin kendine biçtiği rolden çok, yabancıların ya da diğer ülkelerdeki gazetecilerin, düşünürlerin söylediği bir şey…

A.E.: Kesinlikle! Buna katılıyorum. Hoşumuza gidiyor. Türk kamuoyunun da bunu kullanmak hoşuna gidiyor. Ama bu tanımlamayı yapanlar da söylediğiniz gibi daha çok Batı’da “think tank” kuruluşlarında stratejistlerin, analistlerin, değişik biçimlerde yaklaşarak bir tür paket haline getirdikleri ve hangi ekole mensupsa o düşünce kuruluşunun, siyasal akımın, biraz da pazarlamasına bağlı olarak ortaya atılan bir şey. Yani 90’larda benzer bir şey yaşanmıştı mesela: ‘Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanan bir Türkiye hayali’.

O zamanki Başbakan, daha sonra Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel ile tecessüm etmiş bir model vardı. “Bu model miydi, şimdi elde ne kaldı?” sorusunu sorduğumuzda… çünkü bunu biz ortaya atmamıştık, içini biz doldurmamıştık, ne olduğunu aslında bizde -Türkiye’de- bilmiyorduk. Ancak biraz da hamaset kokan, hoşumuza giden, romantik ve o zamanın şartlarında anlaşılabilirdi hatta. Duygusal bir yaklaşımla böyle bir söylem geliştirilmişti. Elbette Türkiye Orta Asya’ya açılmalıydı, ordaki akraba topluluklarla -uluslarla- mutlaka gecikmişte olsa bir ilişki kurmalıydı. Fakat Türkiye kendi kendine üstlendiği bir abilik, -bir modellik- rolünü yapabilir miydi? Buna ne kadar hazırlıksız olduğu sahaya girince anlaşıldı. Buna hem ekonomik anlamda hem kültürel anlamda çok hazırlıksız olduğu görüldü. Bölgeyi tanımadığı, sadece tarih kitaplarındaki duygusal bir romantizmden öteye gidemeyen; katı gerçekliklerinin olduğu, farklı stratejik, ekonomik ilişkilerin buradaki gerçekliği belirlediği zamanla ortaya çıktı.

F.S.: Bir de Türkiye tartışmalarında konuyu ele alanın yaklaşımına göre öne çıkarılan hususlar farklılaşıyor. Bir kısmı Türkiye’nin laiklik uygulamasının, katı laiklik düzenini örneklik olarak öne çıkarıyor. Bir kısmı halkın birçoğunun Müslüman olmasını ön plana çıkarıyor. Kültürün ana unsurlarından birinin “İslami kültür” olduğu- İslami değerler olduğu- meselesi öne çıkarılıyor. Şimdi burada hangi Türkiye modeli ya da Türkiye’nin hangi örnekliği meselesi gündeme geliyor. Türk Cumhuriyetleri için başka bir yön, Arap ülkeleri için belki başka bir yön…

A.E.: Şimdi şöyle bir ayrım yapmak lazım aslında: Türk Cumhuriyetleri için biçilen rol biraz daha devletlerarası bir modeldi. Yani bi tür Orta Asya’nın Batıyla kuracağı ilişkilerde bir aracı rolü üstlenmişti Türkiye. Aslında model falan değildi. Bi tür ‘eskortluk’ görevi de denebilir buna. Eğer model olsaydı Türkiye, gerçekten orda ağabeyliğe yakışır bir rol alabilecek konum verilseydi ya da bunu alsaydı veya bunu önerenler özellikle Batı’daki düşünce kuruluşları ve siyasi merkezler böyle bir şeye niyetleri olsaydı başka türlü olurdu. Baktığımızda hiçbir stratejik, hiçbir ekonomik, hiçbir siyasi belirleyici kararda Türkiye’nin yerinin olmadığını gördük. Bakü-Ceyhan hariç ki orda da mecburen coğrafyanın verdiği bir avantajın dışında Orta Asya’ya yönelik hiçbir belirleyici antlaşmada, yönelmede, model arayışında Türkiye’nin esamesi okunmadı. Hiçbir askeri, siyasi antlaşmada Türkiye’ye; “Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda -bir model olarak-” denmedi. Anlaşıldı ki geçiş süreci için Türkiye burada bir tür tampon bölge rolü oynadı; akrabalık bağları, tarihi kültürel bağlamında.

Fakat bugün yaşanmakta olanlara geldiğimizde bu daha çok halklara yönelik bir mesaj var. Daha geriye gidecek olursak modellik hikâyesi yeni değildir. Mesela “Tunus, Cezayir modeli” için Türkiye’deki bahsettiğiniz katı laikçi modeli savunanlar yıllardır Tunus’u örnek gösterdiler. Türkiye’yi nasıl örnek aldıklarını veya örnek alanlarında Bin Ali gibi diktatörler olduğu ortaya çıktı. Şimdi kamuoyu yeni yeni öğreniyor. İlgilenenler biliyordu zaten.

Dolayısıyla bu modellik hikâyesi çok su götürür. Ve hiç de yeni bir iş değildir. Bin Ali’ye örnek olmakla övünenler şimdi yeni devrim sürecinde belki onu unutacaklar ve yeni model uygulayacaklar. Bu biraz yeniden harmanlanan coğrafyaya yönelik Türkiye’ye acaba kolaylaştırıcı, şekillendirirken arada 90’larda olduğu gibi bir ‘tampon rolü’ üstlenebilir mi?… İyiye yönelik kullanıma yönelik bir model gibi çağrışım yapıyor.

F.S.: Peki tam bu noktada şimdi Kuzey Afrika’da ya da Ortadoğu -geniş anlamıyla kullanırsak- ülkelerinde bir demokrasi arayışı, demokrasiye geçiş öngörülüyor ya da arzulanıyor veya ön plana çıkarılıyor. Bu anlamda Türkiye’nin demokratikleşme süreci yani tek başına bir noktasal olarak değil de bir süreç olarak Türkiye’nin izlediği yöntemler kat ettiği mesafe bu ülkeler için bir örneklik oluşturabilir mi?

A.E.: Aslında evet, olaya şöyle bakmak lazım: Temel problem nedir? Şu anda hareketlenen Ortadoğu’daki temel problem nedir? Benim gördüğüm dört beş tane temel problem var. Bu temel problemlere tek tek yaklaştığımızda Türkiye bunun neresinde duruyor,  hangi ihtiyaca ne kadar karşılık verebilir?

Bir: Siyasi meşruiyet sorunu vardır. Bütün ülkede seçimle iktidara gelmeyen ya askeri diktatörlükler veyahut da saltanatlıklar vardır. Siyasi meşruiyet sorununda.

İki: Toplumsal taleplerin siyasete taşınması anlamında ve özgürlükler anlamında tabanda (toplumda) ciddi bir özgürlük talebi -özgürlük sorunu- vardır.

Üç: Bölgenin ana zenginliğini oluşturan enerji kaynakları gelirinin paylaşım sorunu vardır. Bu enerji kaynaklarının sahibi kim olacak? Batılılar oradaki enerji kaynaklarını sadece ham madde olarak alıp, büyük kısmını kendi petrol piyasasıyla Batılı bankalarda geri dönmeyecek şekilde bloke edilecek ve çok cüzi bir kârı da orda bekçi olarak koydukları hanedanlara bırakacak. Ve geniş kitleler bu pastadan yani kendi sahip oldukları kaynaklardan -ekonomik kaynaklardan- istifade edemeyeceği bir paylaşım düzeni var şu anda. Burada bu süreç devam edecek mi etmeyecek mi?

Dört: İsrail sorunu var. Bunu kimse yadsıyamaz. Çünkü Ortadoğu denklemi bu zamana kadar İsrail merkezli kurulmuştur ve bu dengeyi korur.

Beş: Türkiye’yi hatırlatır biçimde bölgede İslami hareketlerin iktidarla olan ilişkileri kırmızı çizgilerinden birini oluşturur. Dünya sisteminin de şu andaki mevcut iktidarlarında varlığını meşrulaştıran şeydir. Bir söylemdir, retoriktir. İşte demokratik seçim olsa İslamcılar iktidara gelir veya Taliban modeli buraya da gelir türünden… Geçen Libya lideri Kaddafi de aynı şeyi tekrarladı.

Dolayısıyla beş önemli alanda Türkiye ne söyleyebilir buna bakmak lazım.

F.S.: Peki o zaman bunu açmak anlamında Türkiye’nin model olarak sunulduğu bu bölge ülkeleri, gerek Arap ülkeleri, Ortadoğu ülkeleri veyahut Türk Cumhuriyetlerinin Türkiye’ye karşı Türkiye’yi örnek alma konusundaki yönelişlerinden söz edebilir miyiz?

A.E.: Türkiye’nin zaman zaman çıkışları sempatiyle karşılanıyor. Sempati ayrı bir şey model almak farklı bir şeydir. Bu hayati noktada can alıcı bu beş noktada Türkiye ne kadar etkin olabilir? Modelliği burada test etmemiz gerekir. İsrail konusunda belirleyici bir rol oynayabilir mi Türkiye? Sanmıyorum. Enerji kaynaklarının gelirlerinin paylaşımı noktasında Türkiye söz sahibi olabilir mi? Hiç söz sahibi olamaz!

Üçüncüsü; önemli bir nokta, siyasal meşruiyet ve özgürlükler konusunda belirleyici bir şey yok(!). Teşvik edici olabilir Türkiye. Bakın bu ülke Müslüman, -halkı Müslüman- ama yönetimi laik, demokrat; bakın ne güzel oluyor türünden burada belki işaret fişeği olabilir.

Dört: Esas önem verilen model İslami hareketlerle kurulan ilişkidir. Türkiye’de de kökeni İslamcılıktan gelen kadrolar gayet Batılı değerlerle uyum içersinde sizde dönüşerek “bu şekilde size alan açabiliriz” anlamında bir mesaj verilmek isteniyor aslında.

Diğer dört alanda Türkiye’nin söz sahibi olması söz konusu değil. Çünkü kaçırdığımız noktalardan biri şu: Türkiye soft power anlamında “yumuşak güç” olarak bir alan açıldı. Bunu bu zamana kadar (denklemi) akıllıca kullandı. Fakat Türkiye’nin kullandığı denklem statüko üzerindendi. Mevcut yönetimler var ve bu yönetimler üzerindeki siyasal ilişkilere dayalı. Fakat bu mevcut siyasal yapılar şu anda çöktü. Teker teker de çöküyor. Dolayısıyla Türkiye’nin kurduğu oyunda çökmeye başladı. Yani Suriye’yi yanına çekerken bir tür İran’dan kopararak Oratdoğu’da bir denklem kuruyordu. Mısır uzakta dururken, bunun karşısında Körfez ülkelerinden bazılarını yanına alıp birtakım denklemler kuruyordu. Bu denklemleri kurduğu siyasal yapılar şu anda çökmüş durumda. Dolayısıyla Türkiye yeniden oyun kurmak ve ona göre durumu yeniden gözden geçirmek zorunda. Bizatihi Türkiye kendi durumunu gözden geçirmek zorunda.

Mısır örneğinde, Tunus örneğinde olduğu gibi Türkiye’nin bazı mesajlar vermesi konusunda uluslararası sistemin de önünü açtığı, hoş karşılandığı ve teşvik ettiği söylenebilir. Ama aynı şeyi mesela Türkiye Kaddafi için söyleyemiyor. Neden? Orda riskli. Sonuçta gücü olan -yaptırım gücü olan-, bağlayıcılığı olan, Birleşmiş Milletler’de veto hakkı olan, uçak gemisi olan ülke son sözü söyleyecek. Dolayısıyla son sözü söyleyen; askeri, siyasi anlamda son sözü söyleyecek ve kendi modelini dayatacak.

İdris BAL (Uluslar arası İlşkiler) / Ankara – Tel. Bağ.

F.S.: Öncelikle siz Uluslararası İlişkiler bölümündesiniz. Siyaset biliminde veya Uluslararası literatürde “model ülke” ne anlama gelmektedir?

İdris BAL: Tabiî ki bu “model” sözcüğü çok kullanılıyor. Türkiye o bağlamda çok kullanıldı. Ta Cumhuriyetin başından bu yana defalarca kullanıldı. Ama ilk zamanlarda ‘model ülke’ derken Batı’ya yakın ve laiklik öne çıkartılıyordu. Ama günümüzde eğer Türkiye’ye ‘modellik’ biçiliyorsa, “Türkiye modeldir” deniliyorsa, doğrusu şudur: Ortadoğu’daki gelişmeleri değerlendirirken birçok faktörün rol oynadığını düşünüyorum. Bunlardan en önemlilerinden iki tanesini sayacak olursak; Osmanlının dağılması ile İslam dünyası bir şok geçirmiştir. Yani kendi değerleriyle, kendi kurum ve kurallarıyla 20.yy.’ı kucaklayamamıştır, karşılayamamıştır. Ve batıya karşı bir aşağılık kompleksi içerisine girmiştir.

Bu şok döneminde halkıyla barışık olmayan rejimler ve devlet yapıları ortaya çıkmıştır. Hatta diktatörler ortaya çıkmıştır. Ama bu süreçte Türkiye’nin önemi çok fazladır. Türkiye 50’lerden itibaren açıkçası bu süreçten yavaş yavaş çıkmaya başlamıştır. Ve günümüzde de çok az marjinal kesimler, bazı problemler bir yana bırakılırsa, büyük ölçüde bu şoktan çıkmıştır. Ve bu şoktan çıkmanın neticesi olarak çalışan bir demokrasi vardır. İktidar seçimlerle değişmektedir. Çok partili sistem vardır. Ve ekonomik anlamda Türkiye önemli bir mesafe kat etmiştir. İlk 16-17 ülke arasına girmiştir.

Diğer taraftan belki en çok dikkati çeken yönlerden bir tanesi de bir sivil toplum vardır. Yani bir medyaya baktığınız zaman artık devlet kontrolünde bir tane iki tane televizyon ya da bir-iki gazete yok. Gerçekten çoğulcu bir zihniyet Türkiye’ye oturmuştur. Bizde de en büyük sorunlarımızdan bir tanesi devlet tarafından müsaade edildiği kadar solcu, müsaade edildiği kadar sağcı, dindar ya da milliyetçi olabiliyordunuz. Onun ötesini geçerseniz tehlike oluyordunuz. Dolayısıyla Türkiye bunları aştı.

Dış politikada da hakikaten kendi doğrularıyla kendi senaryolarıyla bir şeyler yazmaya başladı. Ve bu aslında Ortadoğu dünyası için, Müslüman dünyası için, model olması burdan kaynaklanıyor. Yani Batı’ya karşı yediği şoktan ilk çıkan ülke! Ve başarılara imza atmış bir ülke. Ve zaten Türkiye’deki yetkililerimize Başbakanımıza, Cumhurbaşkanına karşı gösterilen teveccüh bu yüzdendir. İnsanlar parmakla göstererek, “siz de neden Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı, Cumhurbaşkanı gibi olamıyorsunuz”. O “one minute” deyip kalktığında işte Amr Musa’da eğer kalkabilseydi, belki Mısır’da şu anda yeni yönetimin lideri olabilirdi.

Diğer taraftan bölgedeki gelişmeleri değerlendirirken küreselleşmeyi unutmamak lazım! İletişimde, ulaşımda gelinen nokta, internet teknolojisi… yani artık diktatör bile olsanız her şeyi kontrol edemiyorsunuz.  Ve sizin yanlış yaptığınız, diktatör olduğunuz, başka ülkelerle karşılaştırıldığında ifade özgürlüğüne koyduğunuz sınır, örgütlenme özgürlüğüne koyduğunuz sınır, sağlık hizmeti, eğitim hizmeti gibi farklı hizmetleri yeterince yapamamanız ortaya çıkıyor ki; Ortadoğu’daki ülkelerde, bu ülkedeki insanlarda, bunu görmeye başladılar. Yanlış yönetildiklerini görmeye başladılar. Kendi değerleriyle barışmaya başladılar. Batı karşısındaki aşağılık kompleksine karşı çıkmaya başladılar. Birde karşılarına tabii ki Türkiye gibi, bunu başarmış, yani mükemmel olmasa bile çok büyük mesafeler katetmiş bir ülkeyi karşısında gördüler. Dolayısıyla gerçek model budur.

Ama bir de Batılıların, Amerika’nın söylediği ‘model’ var. Bu aslında bu bölgenin dikkatini çekmek, batıya çekebilmek için; “işte laik ama Müslüman toplumda laik bir idare var, batıyla işbirliği içerisinde”, ilk akla gelen bu yeti ve bunu kullanıyordu Batılılar ve Amerika. Ama gerçek ‘model’, benim biraz önce bahsettiğim şekildedir. Bu anlamda Türkiye hakikaten önemli mesafeler katetmiştir diye düşünüyorum.

F.S.: Peki siz 90’lı yılların ilk yarısındaki Sovyetler dağıldıktan sonra Orta Asya ülkelerine yönelik de bir “Türk modeli”nin öne çıkarıldığını biliyorsunuz, o konuyu zaten çalıştınız. 90’ların başındaki ‘model tartışmaları’ ile günümüzdeki ‘model tartışmaları’ arasında ne tür benzerlikler, farklılıklar var?

İ.B.: O dönemdeki ‘model tartışmaları’ daha ziyade başta Amerika olmak üzere Batı tarafından ortaya atılan bir söylemdi. Neden Batı tarafından ortaya atılıyordu? Batı’nın, başta Amerika olmak üzere, korkusu vardı. Sovyetler dağıldı -iyi de- orada bir; Orta Asya’da Müslüman coğrafyanın, Müslüman nüfuslu ülkelerin olduğu bölgede bir güç boşluğu oluştu. Ve şundan korkuyorlardı: “Acaba bu güç boşluğunu İran versiyonu bir İslam, ya da İran’ın bir devlet olarak etkin olacağı bir bölge olur mu? Bunlar ‘İran modelini’ takip eder mi?” diyorlardı ve çok korkuyorlardı. Aman böyle olmasın(!) diye: “Bakınız Türkiye’de Müslüman ama laik, ama bize bakıyor; siz bu gibi olun(!)” anlamında biraz dışarıdan gelen bir yaklaşımdı.

Günümüzde ise Türkiye’nin modelliği başka yerden gelmiyor. Yani dışarıdan, Amerika ya da Avrupa’dan daha ziyade bir realite bu. Türkiye’nin başarısından dolayı. Ekonomi, demokrasi, dış politika anlamında başarısından dolayı, kendiliğinden öne çıkan bir durumdur. Zaten Türkiye’de hiçbir zaman karşı tarafa diğer Ortadoğu’daki veya İslam dünyasındaki ülkelere “ben modelim, beni takip edin(!)” anlamında bir iddia ile ortaya çıkmıyor. Zaten bu modellik tartışması da Türkiye’de; yasama nasılsa, yürütme nasılsa, yargı nasılsa, ordu veya polis nasılsa ya da diğer kurumlar nasılsa, aynısını yapın anlamına gelmiyor. Esas olayın özü şudur:

Şok yemiş İslam dünyasının içerisinde Osmanlı’nın devamı olan Türkiye Cumhuriyeti bu şoktan nasıl kurtuldu, ve nasıl rüştünü ispat etti, ve gerektiğinde nasıl Amerika’ya bile “hayır” diyebilecek cesareti ortaya koyabildi? Ve kendisi de bazı sorunlarına rağmen ekonomik anlamda iddialı olabildi. Artık rejim oturmaya başladı. Büyük ölçüde oturdu. Demokrasi işliyor, düzenli seçimler yapılıyor, medya serbest… Bu çerçevede kendiliğinden, doğal olarak, Türkiye’nin bir modelliği söz konusu. Ama daha önceden aslında Türkiye ciddi sorunlarla boğuşurken batı Orta Asya’nın dikkatini İran yerine Batı’ya çekebilmek için Türkiye’yi araç olarak kullanmıştır.

F.S.: Çok teşekkür ediyoruz yayınımıza katıldığınız için.

Şimdi gerek Orta Asya Cumhuriyetleri’nin 90’ların ilk yarısında, gerek günümüzde Ortadoğu’daki ülkelere; demokrasi yolu, piyasa ekonomisi, çoğulcu seçimler öngörüldüğü öneriliyor. Bu bir Batılı gelişmiş demokratik ülke üzerinden değil de Türkiye ya da Malezya üzerinden öngörülüyor. Şimdi bu tabii demin telefondan önce buraya doğru gelmişti konumuz. “İslam-demokrasi çatışması”, uyar mı uymaz mı? İşin teorik tartışmasından ziyade bu modelle ilgili…

A.E.: İsterseniz buraya girmeden ben bir iki şey söylemek isterim. İdris Bey, yani iyimser bir tablo çizdi. Ben doğrusu bu kadar iyimser olmayı isterdim. Bu kadar iyimser değilim. Şöyle bir problem var:

90’larda Batılıların önerdiği bir modeldi Türkiye, kendiliğinden değil de, şimdi ise adeta -söylemedi o tabiri ama- “bölgesel bir güç” olarak kendi modelini oraya kendiliğinden aktarıyor. Bir başarı öyküsü var, bu öyküyü oraya anlatıyor ve kendi modelini âdeta takdim ediyor.

Sembolik bazı çıkışlar ayrı ama şimdi orda İdris Bey’in tespit ettiği ama atladığı bir konu var: 90’larda niye Türkiye’nin önü açılmak istenmiştir, Türkiye Cumhuriyetlere? Çünkü “İran tehlikesi” vardı. “İran tarzı bir radikal İslam dalgasının bölgedeki boşluğu, vakumu doldurup kültürel bir şeyden Batı’yla akraba cumhuriyetlerin; Batı’yla entegrasyonunu engelleme, araya set çekme tehlikesi vardı” dedi. Kısmen doğru. Bunun yanında “Batı’yla uyum içersinde; Batılı, laik, demokratik değerleri benimsemiş bir Türk ve Müslüman unsurun öne çıkarılması” dedi ve bunda da bir noktaya kadar kullanıldı. Doğru. Fakat bugün yaşadığımız süreçte de benzer bir şey var. Benzer bir süreç aslında Türkiye için de biçiliyor. Bunu iyi görmek lazım!

Evet, Türkiye 90’ların Türkiye’si değil. Daha gelişti ama Türkiye bir anda ekonomisi beşe katlanmış, askeri kapasitesi ona katlanmış, ve bölgesinde her şeyi yaptıracak ülke değil. Açılan belli alanlar var, bu alanları kendi imkânları dâhilinde doldurmaya çalışıyor. Ama Ortadoğu’nun temel sorunlarından biri olarak saydığım İslami hareketlerin -İslamcı hareketlerin- bölgedeki siyasal boşluğu doldurma tehlikesiydi. Türkiye’nin aslında önünün açılan kritik noktalardan biri budur. En önemli noktalardan biri budur. Evet, kitleler ayaklanıyor, kitleler özgürlük talebinde bulunuyor. Bunlar gerçektir, sahih taleplerdir. Hiçbir provakasyonla bunlar izah edilemez. Ama hâlâ o sistemlerin kırmızı çizgileri İslami hareketler. Ve toplumla barışık kitlesel tabanı olan tek yapılar da bunlar. “Türkiye modeli” aslında daha çok bunlara yönelik. Bunların kültürel anlamda “evet yine siz Müslüman kalın, bir sorun yok”, zaten toplumların -Mısır göz önüne alındığında- Müslüman bir toplum ama burada neo liberal politikalarla -Batılı liberal politikalarla- küresel sermaye ile problem çıkarmayacak bir siyasal model içerisinde uzlaştıralım, anlaşsın. Öbür kültürel faktörlerle bir problem yok.

Dolayısıyla Türkye’nin başarısı, aslında varsa bir başarı, evet hem Müslüman hem neo liberal, küresel sistemle de uyum içerisinde bir model var. Bakın bu model de gayet başarılı. Ordaki İslami hareketlerin potansiyel tehlike olmaktan çıkarılıp dönüşüme yönelik bir modelden bahsediyoruz.

F.S.: Burda şöyle soru akla geliyor: Tunus’ta En Nahta hareketi İslami rengi yüksek bir hareket ve Raşit Gannuşi doğrudan Türkiye modeli değilse bile AK Parti modelinden söz etti. İhvan yöneticilerinden birisi Türkiye’nin de dikkatle izlenecek, esas alınacak, örnek alınacak ülkeler arasında yer aldığını söyledi. Bu ikisi gerek Mısır’da gerek Tunus’ta o dediğiniz İslami hareketi temsil eden önemli örgütlerden birisi. Bunu nasıl anlayacağız? Çünkü bir yandan Batı’nın öyle bir -hani oradaki İslami hareketleri dengelemek için- model önerisi var Türkiye için. Peki oradaki İslami dozu yüksek bazı gruplar neden gözünü Türkiye’ye yöneltiyor?

A.E.: Ben bunu anlaşılır bir şey olarak görüyorum. Yani rejimin demir yumruğunu yıllardır ‘demoklesin kılıcı’ gibi hissetmiş hareketler birazcık nefes almak istiyor. İhvanı göz önüne alalım. 1926’dan beri faaliyet gösteren en örgütlü, Ortadoğu’nun belki de, İslam dünyasının en örgütlü hareketlerinden biri ama hâlâ siyasi parti olarak bile varlığı, meşruiyeti sorunu sağlayamamış. O imkân açılmamış bir parti. En Nahta, işte Tunus’ta ve Cezayir’deki deneyimleri gayet iyi gidiyor. Çok kanlı biçimde bastırıldı. Sonuçta insanlar her şeyden evvel bir özgürlük talebinde bulunuyorlar. Siyasal özgürlük talebinde bulunuyorlar. Sistemin değişmesini istiyorlar. Bunun için daha pratik yöntemle bazı taleplerini muhtemelen geri çekeceklerdir. Çok anlaşılır bir şey. Bazı taleplerini tutacaklardır.  Veya bu süreçte dönüşeceklerdir de. Bu anlamda Türkiye modeli aslında stratejik bir rol oynuyor. Bu hareketlerin dönüşmesi anlamında bu dönüşme şu anlamda; kurulacak yeni sistemle hem uyum haline girmek, demokratik sisteme entegre olmak; aynı zamanda da neo liberal politikalarla da -asıl kritik nokta budur- uyum haline getirilmesidir. Türkiye bu anlamda gayet de başarılı bir örnek olarak, AKP örneği, gayet başarılı olarak sunulabilir. Bunda hiçbir beis yoktur. Türk demokrasisini eleştiren Batılılar, yani yayınları takip edelim, bütün ‘think tank’ kuruluşları bir anda “Türk modelini” göklere çıkarmaya başladılar. Oysaki aynı gruplar olaylardan daha önce veya o olaylardan bağımsız olarakta Türk demokrasisinin eksiklikleri, yetersizlikleri konusunda alabildiğine eleştiriler yapabiliyorlardı.

Dolayısıyla İran üzerin de oynanan, önerilen “Türk modeli”, bugün bölgedeki iç politikadaki önemli aktörlerden biri üzerine -İslami hareketler üzerine- özellikle o öneriliyor. Bu sadece buna bağlanamaz tabii. Ancak Türkiye uluslararası sistem açısından baktığımız zaman; NATO üyesi, AB’nin kapısını çalmış, dolayısıyla Amerika’yla özel ilişkisi olan, tercihini Batı’dan yana yapmış bir ülke. Bu zamana kadar da bunu ispatlamış bir ülke. Dolayısıyla İran veya daha başka bir yönelimdense hâlâ İran modeli alternatif olarak duruyor Batı’nın önünde. Hâlâ tehlikedir. Buradansa Batıyla ilişkiler içersinde olan sorunluda olsa -zaman zaman sorunlarda yaşasa- Batıyla stratejik ilişkileri olan, birinci sınıf ittifak,  NATO üyesi. Türkiye’nin Müslüman halkı ile beraber oluşturduğu bir modelin sunulmasında hiçbir beis yoktur. Burada evet başka bir model var mı? Bu anlamda baktığımızda bölgede de Batı’nın gösterebileceği başka bir şey de yok!

F.S.: Tam bu noktaya gelmişken bir Malezya örneği var. Bi dönem hatırlarsınız Türkiye’de iç politikada da “Malezya gibi olmak” -yani Türkiye’de bir İran gibi olmak değil de Malezya gibi olmak- tartışması öne çıkmıştı. Sonra unutturuldu. Şimdi Mısır-Tunus olayları tartışılırken Malezya örneği hatırlanır hale geldi. Malezya örneği nedir? Türkiye’den farkı nedir?

A.E.: Aslında çok absürt bir tartışmadır bu. Malezya’yı da tanımadan, Malezya’yı bir İran, bir Suudi Arabistan gibi zannedip; ne oranın dinamiklerini ne siyasal sistemini ne de kuruluş hikâyesini bilmeden sadece iç politika malzemesi olarak kullanılmış bir şeydir. Ve gerçekliği yoktur. Malezya zaten ne zaman bir model olabilmiştir ki İslam dünyası anlamında da. Yani İslam medeniyetinin ona katkısı, kültürüne katkısı da çok ahım şahı katkı değil. 50 yıllık bir tarihi var zaten. Sonuçta orada şöyle bir denge kurulmuştur: Sömürge sonrası bir İngiliz modelidir aslında bu. Ekonomik kaynaklar Çinli ve gayri Müslim unsurların elinde, siyasal yapıda Müslümanlara bırakılmıştır. Dolayısıyla orada hem etnik hem de dini kimlik birleşmiş vaziyette. Malay olmak aynı zamanda ‘Müslüman olmak’ demektir. Ve orada işte çoğunluğu birazcık geçiyor  %50-60’lara yakın nüfus var. Siyasal yapı oraya devredilmiş; ama ekonomik olarak da zenginleşen Çinliler ve gayri Müslimler var.

Dolayısıyla bir ‘Müslüman kimliği’ ile ‘İngiliz-Anglosakson modeli’ bir demokrasi oyunu var orada. Bölgenin krallıkları da var hatta. Bir ‘İngiliz modeli’ o anlamda. Ama hükümetler demokratik seçimle -oylarla- değişiyor. Bunun öykünülecek ve çok bir model olacak -gösterilecek- bir hikâyesi pek yok. Ve Türk entelijansiyasının biraz da bölgeye yokluğu ile alakalı bir şeydir. Ben çok anlamlı bulmuyorum bu tartışmayı.

F.S.: Bu sosyal ve siyasal hareketliliğin çok tartışılan yönlerinden biri de “domino” etkisi boyutu. “Şimdi sırada hangi ülke var” tartışmaları… Neredeyse tahminler yürütülecek. Dün Suudi Arabistan’a yansıması, belki ilginç bir örnek. Ama ben asıl şuna gelmek istiyorum: Ortadoğu’daki bu hareketlilik Kafkaslar, Orta Asya bölgelerine sirayet edebilir mi? Böyle bir domino etkisinin oralara uzanması söz konusu olabilir mi?

A.E.: Ben doğrusu böyle bir şeyin abartılı olacağını düşünüyorum. Eğer bir ‘domino etkisi’ varsa Arap ülkelerinde olması normal; çünkü bir kere kültürel geçişkenlik var, ortak dil var, ortak siyasal yapılar var, hemen hepsi de aynı tarihsel süreç anlamında da sömürgecilik bakiyesi siyasal yapılardı.

Orta Asya’daki kültürel dinamikler toplumun talepleri, dil ve kültür farklılığı Kafkaslar dâhil İran’ı bile etkilemez bunlar. İran’da zaten rejim içi bir muhalefet var. Hatta bunların gittikçe rejim karşıtına doğru da savrulmaya, merkezin dışına itilmeye başlayan bir muhalefet var. Ama İran’da bile bunun etkisini görmüyoruz.

Dolayısıyla bu ‘facebook’ sosyal iletişim ağları gibi etkin iletişim ağları -belli bir etkisi var ama- koskoca bir devrimi Mısır gibi güçlü 80 milyonluk bir ülkede sistemin değişimini böylesine naif bir gerekçeye bağlanamaz. Başka faktörlere bağlanabilir. Etkili olmuştur evet. İnsanlar artık bütün dünyayla bağlantı kuruyor, haberdar oluyor, birbirleriyle haberleşiyor. Bunları kullanıyor ama sadece buna indirgememek lazım.

F.S.: Nedir peki başka faktörleri? Temel dinamikleri nelerdir bu hareketliliğin?

A.E.: Temel dinamikler şu: Aslında ‘yoksulluk ve yoksunluk sınırına gelip dayanmış olmaktır’. Bir yoksulluk sınırı bizatihi ekonomik sınırdır. Ve dehşetli bir paylaşım sorunu vardır. Ve insanlar sefalet düzeyinde yaşıyor. Büyük kitleler yoksul. Bir de yoksunluk var. Siyasal anlamda, kültürel anlamda, sosyal anlamda “neyden eksik kaldıklarını, nelerin kendilerine verilmediğini” insanlar artık fark ediyor.

Fakat burada şöyle bir şey var: Medya, özellikle Batılı medya, yine oryantalist bir bakış açısıyla “Aaa Araplarda ayaklanıyormuş, bunlar da uyuşuk değilmiş(!)” dercesine bir dil kullandılar. Evet, Araplar ilk defa ayaklanmıyor. Bu bölge halkları son on yıllardır, 80’lerden 70’lerden beri zaman zaman çok büyük ayaklanmaları gerçekleştirdiler. Büyük gösteriler oldu. Ama hepsi bugün özgürlük ve demokrasi talebiyle kitleleri destekleyen Batılılar tarafından onların desteklediği diktatörlerce bastırıldı. Hem de kanlı biçimde bastırıldı. Tunus’u ele alalım:  80’li yıllardaki ekmek isyanı hala hafızalarda. Binlerce insan öldürüldü. Cezayir’deki demokratik seçim sonuçlarını kabul etmeyen yönetimin ortaya çıkarttığı iç savaşta on yıldan fazla sürdü ve binlerce insan katledildi.

Şimdi burada değişen ne? Değişen şu oldu: İlk defa toplumların artık bu şekilde daha yönetilemeyeceğini fark eden Batı, diktatörlere destek vermedi. Tunus’ta Bin Ali, ateş edemedi. Zaten isyan ediyordu.

F.S.: Mısır’da ordu hareketlenmedi.

A.E.: Ordu hareketlenmedi. Bizatihi ordu Mübarek’e artık git dedi. Mübarek işareti almamakta direndi. Birkaç hafta sonra baktı ki böyle değil, çekildi. Ama halen ne oldu orada? Gerçekten toplumun istediği bir demokrasiye açılım, kitlesel taleplerin siyasete taşındığı bir yapı mı var hâlâ? Hâlâ yok. Bir askeri vesayet var. Asker diyor ki “evet ben size demokrasiye geçmenizi garanti ediyorum, ve ben yapacağım”. Bu birdenbire böyle askeri gücün, seçkinlerin, -silahlı seçkinlerin- rejime tamamen topluma bırakacak onların istediği şekilde yönlendirecek yapının olacağını beklemekte biraz naiflik olur. Dünyanın böyle önemli bir ülkesi, Süveyş Kanalına hâkim olan, Arap dünyasının liderliğindeki bir ülke, İsrail’le özel ilişkileri olan ve “Camp David Denklemi”ni, adeta rejimin geleceği “Camp David Denklemi”ne bağlanmış olan… Bu ne kadar sürdürülebilir o da ayrı bir şey ama, böylesine stratejik bir yerdeki bir ülkenin geleceği, sistemin yapısı da facebook üzerinden yapılmış bir haberleşmeye sosyal ağlara bırakılamaz.

F.S.: O zaman iç dinamikler “yoksulluk ve yoksunluk”. Bugüne kadar bu diktatörlere destek olan -genel anlamıyla- Batı, şimdi ne değişti de bu desteği çekti? Yeni bir harmanlama mı söz konusu?

A.E.: Tabii kesinlikle. Bu denge, Oratdoğu’da kurulmuş bu siyasal denge, bu yapı iziyle sürdürülemez olduğu artık açık. Çünkü küreselleşme denilen bir olay var. Bundan en kapalı rejimler bile etkileniyor. Yoksulluk ve yoksunluk sınırına gelmiş özellikle genç nüfus, dış dünyada neler olup bittiğini ve kendilerinin nelerden mahrum kaldıklarını artık görüyorlar. Daha farklı düşünüyorlar, daha farklı riskler alabiliyorlar.

Dolayısıyla hem Amerika’nın bir soğuk savaş dönemi bitti, ama soğuk savaş döneminden bugüne kadarki tek kutuplu dünyanın da sonuna gelinmeye başlandı. Farklı dengeler, farklı güç ilişkileri devreye girecek. İster istemez bu kaçınılmaz. Farklı rekabet alanları açılacak. Dolayısıyla daha katılımcı, daha şeffaf, hatta İsrail denklemini de değiştirecek, tabii belki İsrail’den vazgeçmeyecek Amerika, ama İsrail’e bağımlılık kurulmuş denklemi de değiştirecek. Bir rötuştan söz ediyoruz. Bir yapı oluşacak. Bunun sürdürülebilir mevcut yapının -mevcut statükonun- sürdürülebilir olmadığını en iyi onlar biliyorlar. Çünkü bir sürü “think tank” kuruluşları var, üzerinde çalışma yapılıyor. Wikileaks’ten ortaya çıkıyor işte; 2000’ler de 2005’te ne tür yazışmalar olduğu, bunların hazırlıklı olduğunu…

Küresel bir güç, elbette Mısır gibi ülke üzerinde hem toplumsal araştırmalarını yapıyorlar hem de siyasal seçkinler ve elitler üzerinde başka çalışmalar yapıyorlar.

F.S.: O tür belgelerin(wikileaks) sızdırılması da zamanlama açısından ilginç değil mi?

A.E.: Buralarda hangisinin komplodur hangisinin değildir kestirmek zor ama. Mesela çok anlamlı değil mi işte wikileaks belgelerinden biri şu (2005 tarihliydi galiba): “Mübarek, bu işlerden anlamıyor, bu aşırı radikal-dinci grupları sisteme dâhil etmek lazım. Sisteme dâhil ettiğiniz oranda tehlike olmaktan çıkar. Mübarek bunu bir türlü anlamıyor” diyor.

Şimdi beş yıl sonra, altı yıl sonra, dönüp geldiğinizde benim az önce söylediğim model meselesiyle de örtüşüyor. Her şey böylesine komplo ile izah edilemez. Belki Amerika âdeta ‘ilahlaştırarak’ her şeyi kontrol ediyor, her şey onun gücü dâhilinde oluyor anlamı çıkmaz. Ama var olan toplumsal siyasal hareketlilikleri yönlendirmeye, manipüle etmeye kendi çıkarları için kartları yeniden karmaya çalışıyor. Bunları görmek lazım!

Bu videoyu indirmek için lütfen tıklayınız…